Avrupa Birliği Uzmanı Can Baydarol Ana Sayfa > Seçtiğiniz Site Kısmı > 

“AB ile çıkarlarımızın en fazla uyuştuğu dönemi yaşıyoruz”

Her dönem farklı bir boyut kazanan AB süreci, Türkiye'nin Ortadoğu politikası ve AB'deki Euro krizi gibi birçok etkenden ötürü bir durgunluk dönemine girdi. Türkiye'nin AB üyeliğinin her iki taraf için de fırsatlar penceresini açacağını söyleyen Avrupa Birliği Uzmanı Can Baydarol, “Ben Türkiye'nin AB ile olan ilişkisini hiçbir zaman ‘aşk-nefret' ilişkisi olarak değerlendirmedim. Uluslararası ilişkilerde çıkarlar vardır. Şu anda, çıkarların en fazla uyuştuğu dönemi yaşıyoruz” diyor.

Türkiye, AB ile müzakerelerin başladığı dönemden bugüne kadar hangi aşamalardan geçti?

Türkiye-AB ilişkilerini, iki düzeyde inceleyebiliriz. 2 Eylül 1963'te imzaladığımız Ankara Anlaşması ve onun ardından gelen 50 yıllık bir kurumsal ilişkimiz var. Öteki tarafta ise 3 Ekim 2005 itibarıyla başlayan tam üyelik müzakere yolu var. O yolda da maalesef ilişkilerin çok iyi gittiğini söyleyemiyorum. Bu noktada AB'ye tam üyeliğin ne olduğu konusunu ele alabiliriz. AB'ye tam üyelik, ülkelerin Avrupa hukukuna uyum sağlamasıdır. Üyelik kapsamında, 35 konu başlığına dönüşmüş bir topluluk müktesebatı var. Müzakere bu başlıklar ışığında yapılıyor. Aday ülke, uyum sağladığı ve konu başlıklarını tamamladığında siyasi olarak son bir oylama yapılır ve gerekli oyu almasıyla tam üye olur. Bizimle aynı dönemde AB'ye üyelik için çalışmalara başlayan Hırvatistan şu anda AB'nin üyesi. Biz ise söz konusu teknik prosedür içerisinde sadece bir başlığı açıp kapatabildik. O da “Eğitim ve Kültür Politikası” adlı başlık oldu. Bunun dışında 12 başlığı daha açtık ama kapatamadık. Bölgesel kalkınmayla ilgili bir başlık da açacaktık ama son dakikada Almanya seçimleri bahane ederek bu başlığın açılmasını ileri bir tarihe atmak istediğini söyledi. Geriye 22 başlık kaldı. 2005'ten 2013'e kadar sadece 12 başlık açabilmişiz. Türkiye tarafında müzakerelerin açılması hep istenmesine karşın AB tarafından çok ciddi engellemelerle karşı karşıya kalındı. Bu engelleme önceden, Fransaeski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'den geliyordu şimdi ise Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ciddi engellemeleriyle karşılaşıyoruz.

AB'ye üyelik sürecinde nasıl çalışmalar yapıldı, neler değişti?

Türkiye'de değişen birçok şey, anayasadan, demokratikleşmeye kadar uzanan pek çok paket AB adına yapıldı. Son 10 yılda yaşadığımız önemli değişimlerin arka planında mutlaka AB var, ama ismi kullanılmıyor. Aslında, ben de AB adının kullanılmasına çok taraftar değilim çünkü AB kelimesi antipati topluyor. Bu yüzden Türkiye'nin yapması gereken şeylere bile insanlar muhalefet oluşturuyor.

“Türk halkında AB'ye karşı bir güvensizlik var”

Türk halkının gözünden AB'ye üyeliği nasıl yorumlarsınız? Bugünkü tablo hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Şu anda Türk halkında AB'ye karşı bir güvensizlik var. Bu güvensizliğin baş aktörleri olarak “Sarkozy-Merkel İkilisi”ni görüyorum. Onların Türkiye'ye karşı olan tutumları, Türkiye'deki kamuoyu algılamasını çok negatif yönde etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor. 2005'te yaptığımız kamuoyu anketlerinde, halkın yüzde 75'inin Türkiye'nin tam üyeliğine destek verdiğini görüyorduk. Bugün ise bu destek yüzde 35'lere kadar geriledi. Çünkü Türk halkı artık “Biz ne yaparsak yapalım onlar bizi almayacaklar” algısıyla hareket etmeye başladı. Bu da bir güven erozyonu yaşanmasına neden oldu. Bu güven erozyonu da bugünün koşulları içerisinde hem Türkiye'nin hem AB'nin menfaatlerine aykırı bir durum yaratıyor. Maalesef çeşitli siyasi gerekçelerle hala bu algıyı değiştirmek için ciddi adımların atıldığını söyleyemem. Evet, teknik seyirde çalışmalar devam ediyor ama kamuoyu önünde bunun şovunu yapacak malzeme şu anda elimizde yok. Siyasi irade yoksun olduğu zaman siz ne yaparsanız yapın yeterince etkinlik sağlayamazsınız.

AB'de yaşanan krizi nasıl yorumluyorsunuz?

AB'nin krizi şu anda iktisadi olmaktan ziyade siyasi bir kriz. AB kurulduğu günden bugüne kadar bir kimlik tanımını tam anlamıyla oturtamadı. 1993 Maastricht Anlaşması'ndan 2001'e kadar geçecek periyot içerisinde ulusal paralar kaldırılıp Euro oluşturuldu. Bunun için de federal bir merkez bankası kuruldu. Para basılarak denetim altına alındı, her bir devlet kendi ulusal egemenliği altında kendi bütçesini ve harcamalarını düzenledi. Fazla para harcayanlar denetim dışında kaldı. Şimdi, maliyet politikalarıyla bütçe disiplini sağlanmaya çalışılıyor. Eğer AB siyasi krizini çözerse, ekonomik krizini derhal aşar. Hükümet AB ekonomisinin kötü, bizimkinin iyi olduğunu düşünüyor. AB'de kişi başı milli gelir 50 bin Euro'dan 40 bin Euro'ya düşüyor. Bu anlamda AB hala bizden beş misli daha iyi. Buna ek olarak kalkınmışlık, gelişmişlik sadece cebinizdeki parayla ilgili değildir. Kişi başına düşen doktor sayısı, eğitim kalitesi gibi kriterler de dikkate alınmalıdır. Şu anda AB'nin yaşadığı sorun Euro'yla ilgili, sınırlı bir sorun. Türkiye'nin AB'ye katıldığında hemen Euro'ya girmesi gerekmiyor. Bu da müzakere edilecek bir alanlardan biri. Türkiye'deki pek çok insan AB'nin batmasını istiyor. Oysa komşunun batmasının Türkiye'ye bir faydası olmaz, tamamen duygusal açıklamalarla günü idare etmeye çalışıyoruz ama uluslararası ilişkilerde duyguya yer yoktur.

“AB üyelik süreci pek çok alanda iyileşme sağladı”

Peki Türk halkı AB konusunda ne kadar bilinçli? Türkiye-AB sürecinde, halkın desteğini artırmak için sizce ne gibi adımlar atılabilir?

Türkiye'de bir dönem AB tartışması şöyleydi: “Valizimizi kapıp oraya gideceğiz, kokoreç yiyebilecek miyiz?” vs... AB üyeliği bu değildir, bir yaşam kültürünü özümsemektir. Bugün hepimiz daha kaliteli arabalara biniyoruz. Daha önce en lüks süpermarkete girdiğinizde “en güvenli” diye aldığınız gıdaların birçoğu sağlığa zararlıydı. Peki, içtiğimiz sütten yediğimiz sosisin kalitesine kadar değişimin ne kadar farkındayız? Türk halkı bunu ne kadar anladı, bunun ne kadarının reklamı yapıldı, halka hissettirildi. Eğer bir şey anlatmak istiyorsanız milyonlarca örnek bulup anlatabilirsiniz. Ama biz bunu yapmıyoruz her şeyi kendimize mal etmeye çalışıyoruz. Türkiye'de bir iletişim stratejisi eksikliği var. Devletin bu konuyu ciddiye alıp düşünmesi gerekiyor. Örneğin “Değişimin farkında mısınız?” diyerek kamu spotları yapılabilir. Farkındalık yaratacak bir yayın politikası oluşturularak, bu yayın bütün kanallarda en çok izlenen saat dilimlerinde yayınlanabilir, okullarda bunun eğitimi verilebilir.

Bu stratejik planı AB ile birlikte oluşturmak gerekiyor. Türkiye'yi kaybetmek AB'nin en son istediği şey. Onlara Türkiye'yi kaybettiklerinde nelerin olacağını göstermeli, kaybettiklerinin sonuçlarını da tartışmalısınız. Ortadoğu coğrafyasına baktığınızda bir savaş portresiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. AB, Avrupa'nın savaşlarını son erdirmek için oluşturulan bir barış projesiydi. Dünya barışını tehlikeye atacak şekilde Türkiye tehlikeli sulara doğru itilirse bunun sonuçlarından sadece Türkiye'nin değil bütün Avrupa'nın da etkileneceğini de çok iyi anlatmak gerekiyor. Burada hem Türk hem de Avrupalı siyasetçilere çok önemli görevler düşüyor. Ortak bir strateji planı ve algı yönetimi oluşturulmalı.

Hükümetin gözünden “AB üyeliğini” nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hükümetin şu andaki gündeminde, AB'ye üyelik çok önemli yere sahip değil. Şu anda Ortadoğu merkezli bir bölgesel güç olma peşinde koşan bir Türkiye var. “Sıfır sorun” diye başlamıştık buna sonsuz sıfırları ekledik. Dış politika ideallerle ilgili politika değildir, reel politik bir sahadır. Aslında reel politik düzeyinde düşünürsek, Türkiye'nin Ortadoğu'da yapmak istediği şeylerin ve arzuladığı konuma yükselmesinin arkasında mutlaka AB'nin olması gerekiyor. O yüzden Türkiye'nin AB ile olan ilişkisini hiçbir zaman “aşk-nefret” ilişkisi olarak değerlendirmedim. Uluslararası ilişkilerde çıkarlar vardır. Şu anda, çıkarların belki en fazla uyuştuğu dönemi yaşıyoruz. Biz bunu yeterince kamuoyunda tartışmıyor ve değerlendirmiyoruz.

Soğuk Savaş döneminden bugüne…

Meseleye, AB ülkeleri tarafından baktığımızda nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?

AB ilişkilerinin başladığı 1950'li yıllar, 1989 Berlin Duvarı'nın yıkılmasına kadar olan Soğuk Savaş dönemi ilişkileridir. Türkiye bu dönemde, batı dünyasının sınırlarıyla, Sovyet Ülkeleri arasında bir tampon ülke konumundaydı. Berlin duvarının yıkılmasıyla bir paradigma değişti. Bütün dünyanın oyun kurları ve algısı değişti. Türkiye o dönemde bir anda kendisini oyunu dışında buldu. Sovyet sistemi çökmüştü, sınır bekleyen tampon bölgeye ihtiyaç yoktu. AB burada stratejik bir hata yaptı. Kendine en önemli stratejik partner olacak olan Türkiye'yi dışlarken, başına ne kadar bela olacak ülke varsa onları içeriye aldı. Sonra 11 Eylül 2001 oldu ve oyunun kuralları bir daha değişti ve Türkiye bu oyunun tam merkezine oturdu. Eğer Avrupa bugün Ortadoğu'da yer almak istiyorsa, Türkiye'yi dışlayarak bu oyunun küresel aktörü olmaz. AB stratejik olarak düşünürse bugün, Türkiye'ye daha fazla ihtiyacı olduğunu görecek. Ama AB, Euro krizi nedeniyle bu değerlendirmeyi yapacak pozisyonda değil. Benim umudum AB'nin bu kafa karışıklığından kurtulup Türkiye'nin tam üyeliğini strateji olarak düşünmeye başlaması. Çünkü Türkiye'yi dışlamak demek Avrupa'nın kendi kendisini hapsetmesi anlamına geliyor. Tabii ki Avrupasız bir Türkiye de bu bölgede bocalar ki şu anda da Türkiye bocalıyor. Çünkü gücünüz oranında yaptırımınız olur. Suriye'ye efelendiğiniz anda karşınıza Rusya ve Çin'i alıyorsunuz. Çin ve Rusya ile dalaşmaya gücümüz yok. Amerika size ne kadar destek olabilir? O da kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. AB ile bir araya gelen ve dış politikasını oluşturan Türkiye şüphesiz ki Ortadoğu'da daha güçlü olacak. Bence şu anda iki taraf arasında bir beyin tutulması yaşanıyor.

“AB üyeliği otomotiv sektörünü pozitif etkiler”

Türkiye'nin AB üyeliği otomotiv pazarını nasıl etkiler?

Gerek Gümrük Birliği gerekse Kemal Derviş'in yaptığı reformlar, Türkiye'yi dünya ekonomisi ile bütünleştirdi. Otomotiv sektörü özelinde düşünürsek, Türkiye'nin bazı geçiş dönemlerini müzakere etmesi gerekecek. Gümrük Birliği'nin önemli istisnalarından bir tanesi ikinci el araçların Türkiye'ye girmesinin yasaklanmış olması. Eğer Avrupa'daki ikinci el piyasası Türkiye'ye gelirse bu son derece olumsuz sonuçlara neden olabilir. Dolayısıyla Türkiye'deki otomotiv üreticilerinin ve distribütörlerin bu noktada dikkatli olması ve kendi düzenleyici etki analizlerini yapmasını tavsiye ediyorum. Bu karşılaşacağımız tehlikelerden biri ama gerekli önlemler alınırsa bu soruna çözüm bulunabilir. AB üyeliğinin otomotiv sektörüne olumlu yansımaları olacaktır. Türkiye AB'ye tam üye olursa, bu da onların krizden çıkmasını beraberinde getirecekse, o zaman Türkiye'deki kişi başına düşen milli gelir artacak. Buna bağlı olarak da otomotiv pazarında olumlu gelişmeleri bekleyebiliriz. Otomotiv sektörü talebe aç bir pazar. Eğer Türkiye'nin AB üyeliği, sosyal politikalarla beraber daha dengeli bir gelir dağılımı da sağlarsa o zaman bu durum otomotiv sektörünü pozitif etkiler.

Otomotiv özelinde bakarsak AB ülkelerinin Türkiye ihracatındaki yeri nedir?

Türkiye, 500 milyar dolarlık ihracat hedefi koyan bir ülke, bu ihracat hedefinde de AB'nin ve otomotiv sektörünün önemli bir yeri var. Türkiye artık, otomotiv ithalatçısı değil otomobil üreticisi bir ülke haline geldi. Gümrük Birliği döneminde yanlış hatırlamıyorsam otomotivin yıllık 2 milyar dolarlık bir ihracatı vardı. Çünkü Türkiye'de üretilen araçlar, Türkiye iç pazarı için düşünülmüştü ve iç pazarın da alım gücü düşüktü. Bugün Türkiye'de üretim yapan ve ana sanayinin ön plana çıktığı bir otomotiv yapısından bahsediyoruz. Peki insanlar Türkiye'ye neden ilgi göstermeye başladı? Birincisi Türkiye dünya ekonomisine entegre oldu, ikincisi Türkiye'deki işgücünün kalitesi arttı, üçüncüsü ise Türkiye çevresindeki pazarlara ulaşmak için ciddi bir lojistik merkez haline geldi. Biz yanlış politikalar izleyerek bunları tersine çevirebiliriz. Tabii ki bu noktada Ar-Ge ve inovasyon konularına odaklanmamız gerekiyor. Bugün yerli otomobillerden bahsediyoruz. Peki biz ne kadar Ar-Ge üretiyoruz? Artık markalar aynı şemsiye altında birleşmeye ve ortak teknoloji havuzundan faydalanmaya başladı. Üretimi dış kaynaktan karşılayıp yan sanayide gelişmeye çalışıyorlar. Her ülkenin bu anlamda bir Ar-Ge stratejisi oluşmuş durumda. Türkiye'nin teknoloji üreten bir ülke haline gelmesi için bu süreçlerden yararlanması gerekiyor. Benim her zaman söylediğim bir söz vardır: “Biz milliyetçiliği sınır bekleyen Mehmetçikten, Ar-Ge üreten Mehmetlere çevirdiğimiz gün, gerçek yurtseverliği yapacağız ama şu anda onu yapamıyoruz.”

Son birkaç yılın ilerleme raporlarını göz önüne aldığınızda, bugünkü Türkiye-AB ilişkilerini nasıl yorumlarsınız?

Türkiye- AB ilişkileri 50 yıllık tarih içinde -askeri darbe dönemleri hariç- en kötü ve en durgun dönemini yaşıyor. 2005'ten beri doğru düzgün bir ilerleme kaydetmediğimizi söyleyebilirim. Bürokratlar tartıştığınız zaman çok şey yaptık diyeceklerdir ama işin gerçeği ortada pek bir şey yok.


Lütfen Tüm Üyelerimiz için Tıklayınız >




prev
next