Corporate and Public Strategy (CPS) Advisory Group Ceo’su Tulu Gümüştekin Ana Sayfa > Seçtiğiniz Site Kısmı > 

“Gecikmelerin ve ertelemelerin Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkilediği ne kadar iyi anlaşılırsa, her iki tarafın da bundan kazancı o kadar büyük olacaktır”

Uzun süredir devam eden Türkiye'nin AB üyeliği süreci, 2000'li yıllardan itibaren farklı bir boyut kazandı. 2009'da Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, bakanlığa dönüştürüldü, yeni bir başmüzakereci atandı ve AB uyum süreci, kendisine gündemde daha fazla yer bulur hale geldi. AB'ye tam üyeliği hedefleyen Türkiye'nin “demokratik tutumunun” süreci etkileyeceğini söyleyen, Corporate and Public Strategy (CPS) Advisory Group CEO'su ve Sabah Gazetesi yazarı Tulu Gümüştekin, Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinde nasıl bir yol izlediğini, hangi aşamalardan geçildiğini ve bugünkü Türkiye-AB tablosunu ODD Dergi okuyucuları için yorumladı.

Türkiye'nin AB üyelik sürecinde geçtiği aşamalar nelerdir? Hangi platformlarda ne çalışmalar yapıldı?

Türkiye'nin AB üyeliği süreci, uzun zamandır devam ediyor. 1990'lı yıllarda, bu ilişkilerde iki önemli aşamadan geçildi. Birincisi, 1996'nın başında tamamlanan Gümrük Birliği, ikincisi de ciddi bir kriz dönemi sonrasında 1999 Aralık ayında Helsinki Zirvesi ile aday ülke statüsünün en üst düzeyde kabul ve teyit edilmesidir. 2000'li yıllara çok daha umutlu girdiğimiz ve önemli mesafe kaydettiğimiz açıktır. 2002'de ilerleme raporları olumlu çıkarsa üyelik müzakerelerinin gündeme geleceği söylendi ve uzun çabalar neticesinde 2005'in Ekim ayında üyelik müzakereleri başlatıldı.

Bu müzakerelerin başlamasıyla birlikte, bugün de devam eden siyasi çalkantılar dönemine girilmiştir demek yanlış olmaz. 2006 Haziran ayında, Güney Kıbrıs bandıralı gemilere ve uçaklara limanları ve havaalanlarını açmadığı için Türkiye'nin müzakere fasıllarından sekizine blokaj getirildi, geçici olarak fasılların kapatılması da askıya alındı. Her şeye rağmen, 2009'a dek 13 fasılda müzakere yapılabildi, ancak giderek siyasi engellemeler, teknik bir konu olan müzakerelerin yavaşlamasına, giderek fiilen donmasına yol açtı.

2009'da Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, bakanlığa dönüştürüldü, yeni bir başmüzakereci atandı ve AB uyum süreci, kendisine gündemde daha fazla yer bulur hale geldi. Ne var ki Fransa'da, Sarkozy dönemi, Almanya'da Angela Merkel'in ikinci koalisyon dönemi, bu iki ülkenin Türkiye'nin önünü tıkama konusunda bir mutabakat sağlamalarını olanaklı kıldı, bu da çok ciddi vakit ve zemin kaybına sebep oldu.

Zamanla, Türkiye'nin karşısında, Almanya, Avusturya ve Hollanda'nın oluşturduğu bir muhalefet nüvesi oluştuğu görüldü. Fransa'da (François) Hollande'in başkanlığa

seçilmesiyle bu muhalefet nüvesini desteklemekten uzaklaştı. Yine de, tüm girişimlere rağmen, üyelik müzakerelerinin hayatiyet kazanması için önümüzdeki ayları beklemek durumunda olduğumuz da bir gerçektir.

Geriye dönüp bakıldığında, Türkiye ekonomik anlamda “tek pazar” ile bütünleşmesini sürdürdü, tek pazarın regülasyon çerçevesini üstlenme konusunda çok önemli aşama kaydetti. Ne var ki, teknik bütünleşme ve uyum, siyasi sorunlara takıldığı sürece, yeterince iyi işlememektedir.

“Türk sanayisinin gücü önemli bir unsur olacak”

Son dönemde yaşanan olaylar Türkiye-AB ilişkilerini nasıl etkiledi?

Türkiye, Mayıs ayında herhalde tarihinde en önemli fırsatlardan birini yakalamış ve ABD ile olan ilişkilerinde önemli bir eşiği atlamıştı. Ülke olarak sermaye birikimi eksikliğini ve tasarruf birikimi azlığını karşılayabilecek boyutlarda doğrudan yabancı sermaye yatırımları için, hiç olmadığı kadar elverişli bir ekonomik ve siyasi ortama gelmiştik. Bu ortam şimdi de tümüyle kaybolmuş değil, ancak her gelişmiş toplumda yaşanan sosyal çalkantılar, Türkiye söz konusu olduğunda sanki bir üçüncü dünya ülkesinin gerçekleriymiş gibi gösterilmek isteniyor. Oysa son yaşanan sosyal çalkantılar, Türkiye'nin ne kadar AB ve ABD'ye benzeyen bir sosyal yapıya sahip olduğunu gösterdi. Occupy Wall Street hareketi ya da 1968 Fransa'sına benzetilebilecek hareketler, bambaşka biçimde lanse edildi. Yönlendirilmeye çalışıldı… Bu doğal olarak kısa vadede kafa karıştırıcı bir unsur olabilir ancak orta ve uzun vadede, Türkiye iç sorunlarını rahatlıkla aşabilecek bir demokratik altyapıya sahip. Siyasi istikrar konusunda endişe duymak için bir neden yok. Dış gelişmelerse çok daha vahim. Bugün bölgemizde yegâne barış projesi, Türkiye'nin çözüm süreci olarak görünüyor. Bölgeye istikrar ihraç eden Türkiye'nin, bu kadar kanlı çatışmaların yaşandığı bir ortamda bu işlevini layıkıyla yerine getirebilmesi mümkün değil. Ancak Arap Baharı olarak adlandırılan devrim niteliğindeki hareketin tümüyle başarısızlığa uğrayacağına inanmak zor... Mutlaka demokrasi yanlısı hareketler, şu an için zorlanıyor görünseler de, toplumun genel refah ve istikrar isteğine yanıt verecek güce ve olgunluğa ulaşacaklar.

Bölge duruldukça, asgari demokratik rejimler oluştukça, Türkiye'nin “yumuşak gücü” kendisine ifade ve manevra alanı bulacak. Bu aşamada, Türk sanayisinin gücü son derece önemli bir unsur olacak.

Türkiye-AB ilişkileri, bir yandan her iki tarafın da birbirinin önemini anlaması itibarıyla bence daha sağlamlaştı, vazgeçilmezliği daha iyi görüldü. Konjonktürel erteleme ya da gecikmelerin bu ilişkileri ne kadar olumsuz etkilediği ne kadar iyi anlaşılırsa, her iki tarafın da bundan kazancı büyük olacaktır diye düşünüyorum.

“2013 sonbaharı önemli ve olumlu gelişmelere sahne olabilir”

Bundan sonraki süreçte Türkiye'yi hangi gelişmeler bekliyor?

Önümüzdeki dönem, Anayasa çalışmaları başta olmak üzere, Türkiye'nin demokratik işleyişini çağdaş normlara taşıma süreci olacak. Doğal olarak 2014, bir “seçimler” yılı olacağı için, kesin öngörülerde bulunmak kolay değil. Ne var ki, yerel seçimlerden başlayarak Türk demokrasisinin konsolidasyonu, temellerin sağlamlığı konusunda yaratılmak istenen soru işaretlerini de ortadan kaldıracaktır diye umuyorum. Her gelişmiş toplum, demokrasi için bitmeyen bir mücadele verir, bunun şiddete dökülmeyen mecralarda yapılması, o toplumların demokratik altyapısının sağlamlığını gösterir. Türkiye de, bu süreçten demokratik işleyişi zedelenmemiş biçimde çıktığı sürece, gerek AB, gerek diğer müttefikleriyle ilişkileri daha sağlam zemine oturacak. Bizim AB üyelik müzakerelerini canlandırmak çabalarımız, aslında gidilecek yolun daha çok başında olduğumuzu da gösteriyor.

AB, ABD ile bir serbest ticaret bölgesi kurmak için adım attı. Bu transatlantik serbest ticaret bölgesine Japonya da girme hazırlıklarını sürdürüyor. Güney Kore ile AB zaten serbest ticaret anlaşması imzaladı. Kısaca özetlemek gerekirse, dünyanın teknoloji üreten üç büyük kutbu, yani ABD, AB ve ASEAN, tek bir pazar haline gelerek 21. yüzyılın rekabet ortamına hazırlanıyorlar. Eğer Türkiye'nin AB ve Gümrük Birliği bağlantıları olmasaydı, biz bu denklemde kendimize bir yer bulmakta çok zorlanırdık. Şimdi bile, AB üyesi olmadığımız için karar masasına oturamıyoruz ve bu önemli sorunlar yaratabiliyor. AB ile olan ilişkilerimizin bir an önce hayatiyet kazanması o anlamda da ciddi önem taşıyor. Ekim 2013 gibi bir İlerleme Raporu ortaya konacak, muhtemelen Aralık ayı başında gerçekleşecek olan Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi toplantısında da, yeni fasıllar açılması konusunda karar alınacak. Zaten 14. fasıl olan Bölgesel Politikalar ve Yapısal Enstrümanların Uyumu başlığının açılma kararı alınmış bulunuyor. Başlıkların çok daha önemli sayıda açılması ve teknik müzakerelerin hız kazanması, piyasaları da çok olumlu etkileyen bir faktör olduğu için, 2013 sonbaharı önemli ve olumlu gelişmelere sahne olabilir.

AB: Dünyanın en büyük ve en zengin pazarı

AB ülkelerinin Türkiye ihracatındaki yeri nedir?

Avrupa Birliği “dünyanın en büyük ve en zengin pazarı olma” özelliğini muhafaza ediyor. Euro krizinden sonra bu ülkelerde tüketim bir hayli azaldı. Tüketimin artması ve büyüme sağlanması için genel olarak düşük faizli krediler tüketiciye sunuldu, ancak Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya başta olmak üzere, çok ciddi bir tüketici güvensizliği ve ekonomik daralma yaşandığı için, tüketim artmadı, geriledi. Bu politika, büyük ölçüde Almanya'nın “kemer sıkma ve kamu maliyesini ıslah etme” anlayışı çerçevesinde gerçekleşti. Doğal olarak ihracat olanakları bir hayli olumsuz etkilendi, ancak hem ihracatımızı çeşitlendirip başka pazarlara yönlendirerek, hem de AB pazar payını azaltmayarak çok önemli bir üretim üssü olduğumuzu gördük. AB içinde şu anda en önemli sorunlardan biri durgunluk ve işsizlik olduğu için, hiçbir sanayici delokalizasyondan bahsetmiyor haklı olarak, ne var ki bunun ekonomik büyüme ile birlikte hızlanacak bir süreç olduğunu düşünüyorum. Türkiye, dünyada en kısıtlayıcı standartlara sahip AB pazarına ihracat yapmak için üretim yapısını geliştirdiğinden, diğer piyasalara girmekte zorlanmıyor. Türk müteşebbisliği ile AB knowhow'ı bir anlamda çok iyi bir birliktelik oluşturdu. Eksik olan, bunun siyasi boyuta da aynı biçimde etki etmesi, yani kurumsal olarak Türkiye'nin AB kurumlarında temsil edileceği bir aşamaya gelmesi, üye olması…

“Türkiye'nin uluslararası sermaye için çekiciliği artıyor”

Son olarak Corporate and Public Strategy (CPS) Advisory Group hakkında biraz bilgi alabilir miyiz?

1999 Helsinki zirvesi ertesinde, Türkiye ile AB'nin çok yoğun bir ilişkiler ağı içine gireceği, ekonomik ve sosyal yaşamın bütün boyutlarının bu bütünleşme sürecinden etkileneceği açıktı. CPS'yi 2000'de bir Belçika şirketi olarak kurduk. Temel hedefi, Brüksel, İstanbul ve Washington üçgeninde, uluslararası bir danışmanlık ve kamu ilişkileri şirketi olabilmekti. Kuruluşumuzdan bu yana 13 yıl geçti, AB konusunda tahmin edilen ivmeyi ilk yıllarda yakalamış olsak bile, bahsettiğim siyasi engeller yüzünden Türkiye'de hizmet ve danışmanlık piyasası öngörülen hızda gelişmedi. Ancak giderek kökleştik, bir kurumsal gelenek oluşturabildik. Büyük ve kurumsal müşterilerden oluşan önemli bir portföyümüz oldu, giderek uluslararası sermaye şirketleri bu portföyde önemli yer tuttular. Türkiye'nin uluslararası sermaye için çekiciliği arttıkça, kamu ilişkileri boyutu CPS için büyük önem kazandı.

Bir diğer yandan, AB ile olan ilişkilerde de, sosyal sorumluluk kategorisine girecek önemli adımlar atabildik. 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul için, Istanbul Center Brussels kuruldu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin çok ciddi desteğiyle bu önemli proje, 3 yıl boyunca AB'nin başkentinde önemli bir toplantı, seminer ve sergi alanı olma görevi üstlendi. Kamu diplomasisi dediğimiz alanda ciddi adımlar atılabildi. Türkiye-AB ilişkileri olsun, Türkiye-ABD ilişkileri olsun, bu iki bütünün birbirini kestiği ekonomik, sosyal ve siyasi alanlarda varlığımız sürdürüyoruz. Kamu ilişkileri, özellikle de uluslararası boyutta olursa, çok fazla ayrıntılar verebileceğiniz bir çalışma alanı değil, her şeyden önce müşteri mahremiyeti ilkesi ve çıkar çatışmasından kaçınma gibi çok önemli etik kurallar çerçevesinde çalışıyoruz.

Bütün bunları yaparken, edindiğim AB ve uluslararası ilişkiler birikimini yazılar ve makaleler haline getirmeye o denli alıştım ki, 13 yılı aşkın bir süredir köşe yazıyorum. Türkiye'de en fazla okunan gündelik gazetelerden birinde haftalık olarak başladığım köşe yazıları, şimdilerde haftada iki yazıya çıktı. Önemli vaktimi ve enerjimi alsa da, çok severek ve sorumlulukla yaptığım bir iş, bunu da bana CPS'teki çalışmam kazandırdı diye düşünüyorum.


Lütfen Tüm Üyelerimiz için Tıklayınız >




prev
next