Doç. Dr. Derya Hekim
Uludağ Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi
SÜRDÜRÜLEBİLİR İYİLEŞME, YAPISAL SORUNLARIN GİDERİLMESİYLE MÜMKÜN
GÜNDEMDEKİ EKONOMİ POLİTİKASINI VE BU PARELELDEKİ GELİŞMELERİ DEĞERLENDİREN ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ EKONOMİ BÖLÜMÜ ÖĞRETİM ÜYESİ DOÇ. DR. DERYA HEKİM, ATILAN ADIMLARIN REEL YANSIMALARINI GÖRMEK İÇİN BİRAZ DAHA ZAMANA İHTİYAÇ DUYULDUĞUNU DİLE GETİRDİ. SORULARIMIZI YANITLAYAN HEKİM, PARA POLİTİKASIYLA MALİYE POLİTİKASININ EŞ GÜDÜM HALİNDE İLERLEMESİ GEREKTİĞİNİ, TEMELDE İSE YAPISAL SORUNLARA ODAKLANILMASININ ŞART OLDUĞUNU SÖYLEDİ.
Yıla başladığımızdan bu yana ülkemizin ekonomik görünüme dair değişimi yorumlar mısınız?
2023 seçimlerinden sonra hızlı bir politika değişikliğine ihtiyaç vardı. Ardından alınan kararlar ve belirlenen politikalarla bu değişime gidildi. O süreçte öyle bir noktaya gelindi ki, ülkemiz bir ödemeler dengesi kriziyle karşı karşıya kalmaktan son anda kurtuldu. Eski politikalarla devam etseydik, bu krizi yaşayacaktık. Böyle bir durumda, ithalat yapmakta zorlanır, rezervlerimizi tüketir ve IMF’den borçlanmak durumunda kalabilirdik. Maalesef, bu kötü senaryoya doğru ilerliyorduk.
Evet, seçimlerden sonra, hemen yeni bir politikaya geçtik, ancak para politikasının doğası gereği, etkilerini hemen görmemiz mümkün olmadı. O dönemde faiz artış sürecine girdiklerinde çok yavaş davrandılar, belki de piyasaların tepkisinden çekindiler. Seçim öncesinde faiz düşürülmüştü, ancak başka birçok kanal üzerinden sıkılaştırma politikaları uygulanmıştı ve süreç oldukça karmaşık bir hale gelmişti.
Para politikalarının etkisini azaltmak ve ortadan kaldırmak uzun sürdü. 2024 yılının başından itibaren doğru bir politika uygulanmaya başlandı, etkilerini yeni görmeye başlıyoruz. Ancak enflasyon üzerindeki etkisini henüz görmediğimizi belirtmek gerekiyor, çünkü para politikası doğası gereği gecikmeli etkiler yaratır. Nitekim Merkez Bankası döviz alım sürecine başladı ve bunun da likidite üzerindeki etkileri ile para politikasındaki sıkılığın etkilerini görmemiz için ek tedbirler gerekti.
SIKI PARA POLİTİKASI TEK BAŞINA YETERLİ DEĞİL
Son zamanlarda konkordatoları daha sık duymaya başladık ve bu durumun artarak devam etmesi muhtemel görünüyor. Bu artışın doğal bir süreci var; çünkü bir şirket en az 3 ay konkordato ilan ettiğinde, borçlarını ödemekten geçici olarak muaf tutuluyor. Bu durum, diğer şirketleri de olumsuz etkiliyor. Çünkü bağlantılı şirketler alacaklarını tahsil edemediğinde, nakit sıkıntısı yaşıyor ve işletme sermayesi ihtiyaçlarını karşılamak için kredi arayışına giriyor. Ancak bankalar kredi vermekte çekimser davrandığı için bu süreç daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bu noktada, her şirkete konkordato hakkı tanınmaması gerektiği görülüyor. İSO Başkanı Erdal Bahçıvan, bu konuda “Şirketler birbirine borçlarını ödesin, sadece banka borçları kalsın,” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Bu öneri, diğer firmaları zor durumda bırakmamak adına önemli. Eğer konkordatolar kötüye kullanılırsa, çok sayıda iflas vakasıyla karşılaşabiliriz. Bir şirketin iflas etmesi, zincirleme olarak diğer şirketleri de etkiler ve daha derin bir krize neden olabilir. Mevcut para politikası, olumlu gelişmeler gösteriyor. Ancak, para politikası tek başına yeterli değil. Maliye politikasından destek alınması gerekiyor.
750 MİLYAR LİRALIK HEDEFİN ANCAK YÜZDE 20’Sİ GERÇEKLEŞTİ
Hatırlarsanız, ilk vergi paketi açıklandığında 750 milyar liralık bir paket söz konusuydu, ancak bu miktarın 150 milyara düştüğü söyleniyor; gerçekleşen oran neredeyse yüzde 20. Vergi paketi, siyasi otoritenin bu işin arkasında ne kadar durduğunu görmek açısından önemliydi. Bu oran oldukça düşük kaldı ve beklenenin altında gerçekleşti.
Sıkı para politikasının yanında yapısal sorunların üzerine yeterince gidiliyor mu?
Türkiye’de sadece para ve maliye politikaları yeterli değil. Ülkemizin başka yapısal problemleri var. Diyelim ki irrasyonel bir politikayı geride bıraktık, ancak bu bizi 2019’a götürür. 2019’da enflasyon oranımız yüzde 19’du ve bu oran çok da düşük değildi. Dolayısıyla, bu mücadele yeterli değil. Sürekli olarak 2002 yılı ile karşılaştırmalar yapılıyor. 2002 sonrası, ciddi yapısal reformlar gerçekleştirilmişti. Örneğin, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, Rekabet Kurumu’nun kurulması gibi... AB süreciyle gelen birçok hukuksal düzenleme vardı. O dönemde Meclis sürekli çalışarak yeni kanunlar çıkartıyordu. Bu sebeple, o dönemi bu dönemle karşılaştırmak doğru değil. Şu an yapısal politikalar eksik. Bütüncül bir politika uygulandığında vatandaş mücadelenin ciddiyetini görür ve beklentilerini buna göre şekillendirir.
Özellikle yatırımcılar açısından çok önemli bir unsur bu, değil mi?
Ülkemize gelen yabancı yatırımcılar genellikle sıcak para niteliğinde kısa vadeli yatırımlar yapıyor. Oysa bizim asıl ihtiyacımız, uzun vadeli yatırımcılar. Ama yatırımcıların bize bakış açısını değiştirecek gerçek bir hikâyemiz yok. Şu an Türkiye’nin böyle bir hikâye yaratacak yapısal bir ekonomik programı yok. Çünkü Türkiye, sadece para politikalarıyla ekonomisini eski haline getirmeye çalışıyor. Doğrudan yabancı yatırımcıdan beklediğimiz sadece sıcak para ve istihdam değil; aynı zamanda dışsallıklar yaratarak yeni firmalar kurması, teknoloji transferi yapması ve iş birlikleri gerçekleştirerek sanayimizin gelişimine katkı sağlamasıdır.
Oysa daha ülkemizde yaşanan dengesizliklere çözüm bulmuş değiliz. Gıda fiyatları dünya genelinde düşerken, Türkiye’de artmaya devam ediyor. Çiftçi, sattığı ürünün fiyatının çok düşük olmasından şikâyet ediyor; vatandaş ise fiyatların çok yüksek olmasından. Herkes aracıları suçluyor, ancak mazot, yol parası, kira ve fire veren ürünler hesaba katıldığında, fiyatların yüksek olması çok da mantıksız değil. Bu da iki taraf arasında bir dengesizlik olduğunu gösteriyor. Aynı durum asgari ücret için de geçerli. Bir tarafta, katlanılamayacak kadar düşük bir ücret var; diğer tarafta, bu rakamları ödemekte zorlanan küçük işletmeler. Her iki taraf için de bir dengesizlik söz konusu. Bu, ortada bir verimlilik problemi olduğunu gösteriyor. Bu yapısal problemler çözülmeden, bu dengesizlikleri eski haline getiremeyiz.
2024 yılının son çeyreğiyle ilgili büyüme, enflasyon ve kurlar yönünden tahminlerinizi öğrenebilir miyiz?
Son çeyrekte, Türkiye’nin yaklaşık yüzde 3 civarında bir büyüme kaydetmesini bekliyoruz. Ancak bu oran, ülkemizin potansiyelinin oldukça altında. Bu büyüme oranı, başka ülkeler için durgunluk anlamına gelmeyebilir, ancak bizim için durgunluğu ifade ediyor. İşsizlik oranında yukarı yönlü bir artış göreceğiz. Son çeyrekte bizi daha zor günler bekliyor; henüz işin başındayız. Kur açısından baktığımızda, çok ciddi bir yükseliş beklemiyorum; çünkü bu durumun enflasyonist etkileri olur. Piyasada belirlenen serbest bir kur var diyemem, çünkü gerektiğinde alıcı, gerektiğinde satıcı olarak piyasaya müdahale eden bir Merkez Bankası söz konusu. Ağustos ayının başından bu yana kurda yukarı doğru bir hareketlilik gözlemliyoruz. Merkez Bankası isterse bu hareketliliği durduracak rezerve sahip, ancak durdurmadığına göre bu hareketliliğe izin verdiği anlaşılıyor. Merkez Bankası’nın TL’nin aşırı değerlenmesini engellemek amacıyla, kurun ufak ufak enflasyonun biraz altında artmasına izin verdiğini düşünüyorum. Bu da bizi yıl sonunda kurda 38’ler seviyesine taşır.
Otomotiv sektörünün Türkiye ekonomisine olan katkısını değerlendirir misiniz?
Sektöre global bir perspektiften bakmak büyük önem taşıyor, çünkü sektörde küresel sorunlar da mevcut. Şu anda Çin, ciddi bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Çin’in verdiği inanılmaz sübvansiyonlar, Avrupa ve Amerika’yı zor durumda bırakıyor ve bu ülkeler elektrikli araçlar konusunda büyük bir mücadele veriyor. Çin, dünyada ilk defa en büyük otomotiv üreticisi konumuna geldi, bu şaşırtıcı bir gelişmeydi. Ne yazık ki bu durumun Türkiye’ye de olumsuz etkileri olacak.
Evet, otomotiv sektörü 2022 yılında toparlanmıştı, ancak bunu düşünürken çip krizinin çözümünün etkisini de göz önünde bulundurmalıyız. Bu yıl, dünya genelindeki sıkı para politikalarının harcamalardaki düşüşlere etkisi oldu. Artık hiçbir yerde kolay para ve kolay kredi yok. Amerika’da bile faiz oranları reel anlamda çok yüksek. Dolayısıyla bu durumların etkilerini otomotiv sektöründe de göreceğiz. Otomotiv sektörü, Türkiye’nin göz bebeği ve en önemli ihracat sektörü. Türkiye’nin ihracatının yüzde 16’sını tek başına sağlayan bir sektör. Ancak sektörde, küresel sorunlardan ve Türkiye içindeki rekabet sorunlarından kaynaklanan, kur dalgalanmalarına bağlı sıkıntılar var.
AKILLI VE STRATEJİK BİR SANAYİ POLİTİKASI İLE FIRSATLARI DEĞERLENDİREBİLİRİZ
TL değerleniyor ancak TL’nin değerlenmesine rağmen ihracatın arttığı düşünülüyor. Oysa ihracatın artışının sebebi, otomotiv sektöründeki fabrikaların küresel bağlantılarının olması, müşteri edinme ve araştırma maliyetlerinin varlığıdır. Sözleşmeler ve devam eden projeler de ihracatı destekleyen faktörler. Otomotiv sektörü genellikle proje bazlı çalışıyor ve bu projeleri devam ettirmek zorunlu hale geliyor. Bu yüzden bir miktar fedakârlık yapılabiliyor. Asıl mesele, önümüzdeki dönemde yeni projelerin olup olmayacağı. Sektörden edindiğim bilgilere göre, yeni projelerde sıkıntılar yaşanmaya başlıyor. Türkiye, cazibesini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Karşımıza çıkan fırsatları ne yazık ki bir politikamız olmadığı kaçırdık. Devlet-üniversite-sanayi iş birliği sağlayamadık. Bu sebeple yeni fırsatları kaçırmamalıyız; akıllı ve stratejik bir sanayi politikası uygulamalıyız.
Türkiye, batarya teknolojileri konusunda kendini geliştirebilir ve sanayi politikalarını bu yöne doğru kaydırmalıdır. Çünkü bu alanda gerekli altyapıya ve donanıma sahibiz. Global sektörde ortaya çıkan boşlukları iyi değerlendirmeliyiz.