Korumacılık ve Türkiye
Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Mahfi Eğilmez Türkiye’nin üretimini ve dolayısıyla ihracatını, ithalata bağımlı olmaktan bir ölçüde kurtaracak ve dış ticaret açığının düşmesini sağlayacak önerisini “Kendime Yazılar” adlı blog sayfasında paylaştı. Eğilmez, “Türkiye’nin yapması gereken şey üretimde kullandığı ithal girdilerden ileride dünya ile rekabet edebilecek olduklarını burada üretmektir. Bunun yolu da teşvik sistemini yeniden ele almaktan geçiyor” diyor.
Uluslararası ticaret konusunda başlıca iki teori vardır: Liberal teori ve milliyetçi teori. Liberal teori yandaşları Adam Smith’den bu yana uluslararası ticaretin serbest olmasını, korumacılığa yer verilmemesini savunurlar. Onlara göre uluslararası ticaretin serbestliği uluslararası refahın artmasını sağlar. David Ricardo ile doruk noktasına varan bu yaklaşım uluslararası ticarete giren her ülkenin kazançlı çıkacağı iddiasındadır. Milliyetçiler tersi düşüncededirler. Onlara göre uluslararası ticaretin serbestliği ülkelerin gelişmelerine sekte vurur. Milliyetçi teorinin temelini oluşturan yerli sanayiyi korumayı amaçlayan ithal ikameci görüşler Amerikan Hazine Bakanı Alexander Hamilton tarafından 1700’lerin sonuna doğru ortaya konulmuştur. Bu iki görüş zaman içinde birbiriyle çekişerek küresel sistemde zaman zaman serbest ticaretin zaman zaman da ithal ikamesine dayalı korumacılığın öne geçtiği bir gelişim tutturmuşlardır.
İthal ikamesini savunanların temel dayanaklarından birisi “bebek sanayileri koruma” görüşüdür. Buna göre bir ülkede yeni kurulan bir sanayi varsa bu sanayi hemen dış rekabete açılmamalı, tıpkı yeni doğmuş bir bebeğin kendisini koruyabilecek aşamaya gelene kadar ebeveynlerince korunduğu gibi gümrük duvarlarıyla korunmalıdır. Ondan sonra gümrük duvarları kaldırılıp rekabete açılabilir.
Liberal görüşü savunanlar bu yaklaşımın yanlış olduğu iddiasındadırlar. Onlara göre bu tür duvarların arkasında korunmaya alışmış bir sanayi hiçbir zaman rekabete hazırlanamaz ve sürekli korunma kalkanı arkasında kalmak ister. Bu, siyasetçilerin de çoğu kez işine gelir ve dolayısıyla serbest rekabete geçiş gerçekleşemez. Liberaller bu konuda dünyadan birçok örnek kullanmakta ve görüşlerini doğrulamaktadır.
Değişen Yaklaşımlar
Zaman içinde yaşanan gelişmeler her iki tarafın da görüşlerinde değişimlere yol açtı. Gelişmekte olan ekonomiler, çoğu kez gelişmiş ekonomilerden aldıkları teknolojiyle kurdukları çeşitli sanayi dallarında gelişmiş ekonomileri geçmeye başladılar. Bunun iki nedeni var: (1) Gelişmekte olan ekonomiler teknoloji geliştirmeyle uğraşmayıp en son teknolojiyi hazır aldılar. (2) Başta emek olmak üzere teknoloji dışında üretimde kullanılan girdilerin bazıları gelişmekte olan ekonomilerde daha ucuzdu. Dolayısıyla bir süre ithal ikamesine dayalı korumacılık politikası uygulayarak bebek sanayilerini geliştiren başta Uzak Doğu ülkeleri olmak üzere bir kısım gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkeleri bazı alanlarda geçmeye başladılar. Bunu tıpkı biri daha yaşlı diğeri daha genç iki koşucunun yarışına benzetebiliriz. Yaşlı olan çok daha gelişmiş ayakkabılarla koşarken genç olan eski model ayakkabılarla koşuyor ve geride kalıyor. Genç olan koşucu da aynı gelişmiş ayakkabıları giyince öne geçmeye başlıyor. İşte bu aşamada liberal görüşü savunanlar bu kez “yaşlı sanayileri koruma” düşüncesini ortaya atarak koruma duvarları uygulama yoluna gitmeye, milliyetçi görüşü savunanların bir bölümü de serbest ticaret politikasının üstünlüklerini ileri sürerek bu tür koruma duvarlarının kaldırılmasını savunmaya başladılar. Aşağı yukarı bugün ABD ile Çin’in durumu budur. Yakın geçmişe kadar ABD serbest ticareti, Çin ise kısmi de olsa korumacılığı savunuyordu, bugün roller tamamen değişmiş durumda bulunuyor. Bunun nedeni ABD’nin yaşlanmış sanayisinin Çin’in genç ve ucuz sanayisiyle rekabet edememesidir. Yavaş yavaş diğer ülkelerin de içine girdiği bu gelişme dünyaya yayılacak olursa bazıları bebek sanayilerini bazıları da yaşlı sanayilerini ileri sürerek bu etkileşime katılacak ve korumacılık yeniden egemen olacak demektir.
Gerek bebek sanayileri gerekse yaşlı sanayileri koruma yaklaşımının belirli sürelerle kısıtlanması en makul yol gibi görünüyor. Bir sanayi birimi sonsuza kadar bebek muamelesi göremez. Bir süre sonra ayağa kalkıp rekabete girmesi gerekir. Yaşlanmış bir sanayi tesisi de sürekli korunarak yaşaması sağlanamaz. Belirli bir sürede onun da yenilerle rekabet edecek biçimde yenilenmesi gerekir. Dolayısıyla her ikisi için de bir süre sınırı saptanıp uygulanmalı.
Türkiye ve Korumacılık
Türkiye, 1930’lardan başlayarak korumacılığı benimsedi. Yeni sanayileşmeye çalışan bir ekonomi olduğu için kurduğu sanayileri bebek sanayi yaklaşımı çerçevesinde ithal ikameci bir politikayla koruma altına alması doğaldı. Bu korumayı sağlamak için 1920’lerin ikinci yarısından itibaren ve ağırlıklı olarak da 1930’larda peş peşe düzenlemeler yapıldı. Gümrük vergileri yükseltildi, ithalatta Teşvik-i Sanayi Kanunu, Sanayi Planları uygulamaya kondu, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkarıldı, ithalat kotaya bağlandı.
Türkiye, ithal ikameci politikaya 1980’lere kadar bazen önlemleri hafifleterek bazen ağırlaştırarak devam etti. Korumacılık bu kadar uzun süre devam edince gelişmeyi durduruyor ve bir çeşit tembellik yaratıyor. Yüksek gümrük duvarları ve miktar kısıtlamalarına dayalı bir ithalat rejimi birçok sanayi dalında dünya ile rekabet edemeyecek ürünlerin üretilip dünya üretiminden daha pahalıya tüketiciye satılmasına yol açıyor. Türkiye’de de böyle oldu ve dünya ile rekabet konusunda Türkiye sanayisi geride kaldı. 1980’lerden başlayarak kısıtlamaları kaldırmaya yönelen Türkiye, ithal ikameci korumacı sanayileşme politikasını yavaş yavaş terk edip ihracata yönelik sanayileşme politikasına geçiş yaptı. Böylece Türk sanayisi dünya rekabetine açılmış oldu. Bunun sonucu olarak ihracat artmaya ve ihracatın ağırlığı sanayi mallarına kaymaya başladı.
Aşağıdaki tablo 1923’den 2017’ye kadar Türkiye’nin dış ticaretindeki gelişmeyi gösteriyor (sayılar milyon Dolar olarak okunmalı.)
Yıllar
|
İhracat
|
İthalat
|
Ticaret Açığı
|
1923
|
51
|
87
|
-36
|
1930
|
71
|
70
|
1
|
1940
|
86
|
53
|
33
|
1950
|
263
|
286
|
-22
|
1960
|
321
|
468
|
-147
|
1970
|
589
|
948
|
-359
|
1980
|
2.910
|
7.909
|
-4.999
|
1990
|
12.959
|
22.302
|
-9.343
|
2000
|
30.700
|
53.100
|
-22.400
|
2010
|
121.000
|
177.000
|
-56.000
|
2017
|
166.000
|
224.000
|
-58.000
|
Tablo, 1980 sonrasında ihracatta büyük bir sıçrama yaşanmış olduğunu ortaya koyuyor. Bir başka deyişle Türkiye uluslararası ticarette ithal ikamesine dayalı korumacılığı bırakıp da ihracata dönük sanayileşmeye dayalı sisteme geçince ihracatı hızla artmış. Yalnız burada tablonun ortaya koyduğu bir başka gerçek daha var: İhracat artarken ithalat da benzer bir biçimde artıyor, dolayısıyla dış ticaret açığı sürekli bir artış içinde bulunuyor. Türkiye’nin ihracatının yaklaşık yüzde 65’i ithal girdilerden oluşuyor. Bir başka deyişle Türkiye, üretim ve dolayısıyla ihracatını artırabilmek için ithalatını da artırmak zorunda kalıyor. Bu durumda Türkiye’nin yapması gereken şey üretimde kullandığı ithal girdilerden ileride dünya ile rekabet edebilecek olduklarını burada üretmektir. Bunun yolu da teşvik sistemini yeniden ele almaktan geçiyor.
Türkiye, teşvik sistemini, ithal ettiği malları burada üretebilmek için kullanacaksa mesela beş yıl süreyle ilgili girdinin üretimi için teşvik vermeli, gümrük koruması sağlamalı, gerekiyorsa parasal ve düşünsel açıdan destek vermeli, özetle geçici ve kısmi ithal ikamesi yaklaşımı uygulamalı. Böyle bir uygulamaya girilecekse çok dikkatli olmak, ithal ikamesini asla geçmişte olduğu gibi sürekli korumacılığa yol açacak biçimde kalıcı kılmamak gerekir. Beş yıllık süre bittiğinde o mal, dünya fiyatlarıyla rekabet edebilir hale gelse de gelmese de koruma kalkanları kaldırılmalı.
Böyle bir yaklaşım Türkiye’nin üretimini ve dolayısıyla ihracatını, ithalata bağımlı olmaktan bir ölçüde kurtaracak ve dış ticaret açığının düşmesini sağlayacaktır.
Kaynak: http://www.mahfiegilmez.com/2018/10/korumaclk-ve-turkiye.html?m=1