Lütfen ODMD Gladyatör için Tıklayınız > Lütfen Magma Tıklayınız >
OECD Daimi Temsilcisi, Büyükelçi Mithat Rende Ana Sayfa > Seçtiğiniz Site Kısmı > 

OECD Daimi Temsilcisi, Büyükelçi Mithat Rende

“OECD, Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınması için önemli bir kaynak”

İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), Türkiye dahil dünya ekonomisinin yüzde 65’ini temsil eden 34 üye ülkeyi bir araya getiren bir çözüm platformu. Ülkeler OECD altında politika deneyimlerini karşılaştırıyor, ortak sorunlara çözüm arıyor, en iyi uygulama yöntemlerini belirliyor, ulusal ve uluslararası politikalarda eşgüdüm sağlayabiliyor. OECD Daimi Temsilcisi, Büyükelçi Mithat Rende, 2000’lerden itibaren Türkiye ile OECD arasındaki ilişkilerin canlandığını, iş dünyasının dinamizminin de katkısıyla Türkiye’de kapsayıcı ve yüksek bir büyüme gerçekleştiğini söylüyor.

-OECD ve çalışma alanları hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?

İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması için Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın oluşturdukları Marshall Planı’nın eşgüdümünü sağlamak amacıyla 1948’de oluşturulan OEEC’nin (Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü) ardılıdır. Ülkemizi ABD, Kanada ve birçok Avrupa ülkesinin yanı sıra Meksika, Şili gibi gelişmekte olan ülkelerle biraraya getiren bir işbirliği platformu olan OECD’nin halihazırda 34 üyesi bulunmaktadır.

Örgüt, NATO’nun ekonomik açıdan tamamlayıcısı olarak kurulan OEEC’den görevi 1961’de devralmış ve ülkemizin de yer aldığı 20 ülke tarafından kurulmuştur. Kuruluşundan bu yana OECD’nin amacı üye ülke hükümetlerine mali istikrarı korumada destek olmak, sürdürülebilir ekonomik büyümeyi, istihdam artışını ve yüksek yaşam standartlarını sağlamada yardım etmek, böylece dünya ekonomisinin kalkınmasına katkı sağlamak olmuştur. “Kuruluş Sözleşmesi” üye ülkelere ve ekonomik kalkınma sürecindeki diğer ülkelere sağlam bir ekonomik büyüme sağlamalarında yardımcı olmayı ve dünya ticaretinin çok taraflı ve serbestçe büyümesine katkıda bulunmayı hedeflemektedir.

OECD, benzer düşünce tarzına sahip demokrasiyle yönetilen ülkelerden oluşmaktadır. Örgüt, üye ülke hükümetlerine politika deneyimlerini karşılaştırabilecekleri, ortak sorunlara çözüm arayabilecekleri, en iyi uygulama yöntemlerini belirleyebilecekleri, ulusal ve uluslararası politikalarda eşgüdüm sağlayabilecekleri bir ortam sağlamaktadır.

Paris’te yerleşik OECD’ye üye ülke hükümetleri arasında bu alanlardaki iletişim Sekretarya tarafından yapılan çalışmalarla hazırlanan raporlar ve incelemeler sayesinde gerçekleştirilmektedir. Sekretarya’da yaklaşık 2 bin 500 görevli bulunmaktadır. Direktörlüklerde görev alan 700’ü aşkın ekonomist, hukukçu, bilimadamı ve farklı meslekten uzman, araştırma ve incelemeleri gerçekleştirmektedir. Sekretarya komitelerdeki çalışmaların takipçisi konumundadır. Her direktörlük bir ya da birden çok komitenin, çalışma grubunun ve alt grubun çalışmasına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca, kalkınma, yeşil büyüme, becerilerin gelişimi, istihdam, göç gibi yatay çalışma olarak addedilen konular birçok komitenin katkılarıyla şekillenmektedir.

Örgüt yaklaşık 250 komite, çalışma ve uzmanlar grubu kapsamında çalışmalarını yürütmektedir. Üye ülkelerden her yıl yaklaşık

40 bin kadar uzman/temsilci, sekretarya tarafından yapılan çalışmaları izlemek, katkıda bulunmak ve yeni projeler önermek üzere OECD merkezinde düzenlenen toplantılara katılmaktadır.

OECD’nin esas çalışma alanını kalkınma ve ekonomik reformlar oluşturmaktadır. Bunlara doğrudan etki eden eğitim, nüfusun yaşlanması, emeklilik ve sigorta sistemleri, göç, çevre ve enerji, iklim değişikliği, sürdürülebilir kalkınma ve kalkınma yardımları gibi alanlarda yapılan sektörel karşılaştırmalı analizler de hem üye ülkeler hem de diğer ülkeler için önemli birer veri kaynağı teşkil etmektedir. OECD’nin geliştirdiği kodlar, anlaşmalar, kurallar, uluslararası hukuk açısından yaptırıma tabi değildir. Ancak, örgütün en büyük gücü, ekonominin çeşitli alanlarında geliştirdiği ilkelerin, 34 üye ülke tarafından oybirliğiyle benimsenerek uygulamaya konulmasından kaynaklanmaktadır. Bunlar, üye olmayan ülkeler için de önemli birer referans kaynağı oluşturmaktadır. OECD ülkeleri birkaç yılda bir kalkınma, eğitim, sağlık, enerji, tarım, çevre, sosyal konular, istihdam, bilim gibi konularda ilgili bakanların katılımıyla yüksek düzeyli toplantılar düzenlemektedir.

OECD halihazırda, ekonomik krizin de bir sonucu olarak, sürdürülebilir kalkınma ve kapsayıcı büyüme, işsizlik, sosyal eşitsizlikler, dayanıklı ekonomiler, refahın artırılması, ticaretteki engellerin kaldırılması, vergi, enerji güvenliği, yeşil büyüme, becerilerin gelişimi, kadın-erkek eşitliği, inovasyon, bilgiye dayalı sermaye gibi konular üzerine çalışmalarını sürdürmektedir.

“2000’lerde OECD ile ilişkilerimiz canlanmıştır”

-Türkiye OECD Daimi Temsilciliği nasıl yapılanıyor? TürkiyeOECD ilişkileri geçmişten günümüze nasıl gelişti?

OECD nezdindeki Daimi Temsilciliğimizin kadrosu Dışişleri Bakanlığımızın yanısıra Maliye, Çalışma ve Sosyal Güvenlik ve Ekonomi Bakanlıkları ile Merkez Bankası ve Hazine Müsteşarlığı kadrolarından oluşmaktadır. Türkiye, dünyadaki ekonomik gelişmeleri ve bunların olası sonuçlarını yakından izlemekte ve yeni ekonomik sınamalara ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeylerde sağlam, sürdürülebilir ve kapsayıcı çözümler bulunmasına aktif katkıda bulunmaktadır.

1960’tan 1980’li yıllara kadar geçen süre zarfında ülkemizin OECD’ye olan ilgisi daha çok 12 Temmuz 1962 tarihinde oluşturulan, ülkemizin ekonomik durumunun her yıl görüşüldüğü ve mevcut olanaklar ölçüsünde yapılacak yardım miktarının belirlendiği “Türkiye’ye Yardım Konsorsiyumu”nun çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Konsorsiyumun yanı sıra, ülkemizin aktif bir şekilde iştirak ettiği diğer bir çalışma da 17 Mayıs 1978 tarihinde ülkemizin artan dış borçlarının daha iyi yönetilmesinin sağlanması için oluşturulan “Türkiye’nin Dış Borçları Çalışma Grubu”nun faaliyetleri olmuştur. Konsorsiyumun ve söz konusu Çalışma Grubu’nun görev sürelerinin sona ermesiyle birlikte 1980’li yılların ortalarından 2000 yılına kadar ülkemizin OECD’ye olan ilgisinde de göreceli bir azalma olduğu söylenebilir. 2000’lerden itibaren ise, ulusal reform süreciyle de irtibatlı olarak

OECD halihazırda, ekonomik krizin de bir sonucu olarak, sürdürülebilir kalkınma ve kapsayıcı büyüme, işsizlik, sosyal eşitsizlikler, dayanıklı ekonomiler, refahın artırılması, ticaretteki engellerin kaldırılması, vergi, enerji güvenliği, yeşil büyüme, becerilerin gelişimi, kadın-erkek eşitliği, inovasyon, bilgiye dayalı sermaye gibi konular üzerinde çalışmalarını sürdürüyor.

OECD’yle olan ilişkilerimizde tekrar bir canlanma kaydedilmeye başlanmıştır.

Son dönemde daha fazla sayıda ulusal kurum ve kuruluşumuzun OECD’nin çalışmalarına iştirak etmeye başladıklarını memnuniyetle gözlemlemekteyiz. İlgili kurum ve kuruluşlarımız kendi görev alanlarına giren konuları izlemekte, katkıda bulunmakta ve çalışmalardan yararlanmaktadırlar.

“Krizler sosyal refahın önemini göstermiştir”

- Son 10 yılda dünya ekonomisini etkileyen önemli değişiklikler oldu ve etkileri hala sürüyor. Bu mali kriz ve belirsizlik ortamı OECD’yi nasıl etkiledi?

2008 yılında meydana gelen ve dünya ekonomilerini sarsan ekonomik ve mali kriz OECD için de önemli bir kilometre taşı oluşturmuştur. Krizin ardından şekillenmekte olan yeni ekonomik düzende eski aktörlerin yanısıra yeni aktörler ortaya çıkmış ve bunlar arasında denge önemli ölçüde yeniden belirlenmiştir. Nitekim G20 gibi kapsayıcı ve etkin platformlar sayesinde münhasıran gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler de karar alma sürecine dahil edilmeye başlanmıştır. Bu değişen ortam, sadece ülkelerin değil, OECD de dahil olmak üzere ekonomi alanında faaliyet gösteren uluslararası örgütlerin politikalarını ve küresel düzlemde oynadıkları rolü gözden geçirmelerine yol açmıştır.

Çin ve Hindistan gibi yükselen ekonomilerin hızla kalkınmasına bağlı olarak küresel ekonomik ağırlığın doğuya kayması, bölgesel işbirliğinin artması ve bu çerçevede yeni oluşumların sesini daha fazla duyurmaya başlamasıyla, OECD’nin bu yeni gelişmelere hızlı bir şekilde uyum sağlaması ve kendini adapte etmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

Krizden önceki analizler, piyasanın etkinliğini öne çıkarırken, çevrenin sürdürülebilirliği ve fırsatlara adil erişim gibi iyi yaşam konularına daha az odaklanmıştır. Böylece ekonomik büyüme toplumun refahını artırmak için bir araçtan çok bir amaç olarak ele alınmıştır. Kriz sonrasında, daha güçlü, daha dayanıklı, kapsayıcı, sürdürülebilir ve insanların refahını öne çıkaran bir büyüme için yeni bir politika gündemi oluşturulmaya başlanmıştır. Kriz aynı zamanda ekonomik yapılardaki değişikliklerden kaynaklanan uzun dönemli eğilimlerin ve çok boyutlu politika amaçlarının tartışılmasını da gündeme getirmiştir.

Bu kapsamda oluşturulan NAEC (New Approaches to Economic Challenges-Ekonomik Sorunlara Yeni Yaklaşımlar) projesi OECD’nin kullandığı analitik çerçevenin ve araçların gözden geçirilmesine ve güçlendirilmesine yönelik bir organizasyon değişikliğinin başlamasını sağlamıştır.

NAEC altındaki çalışmalar, OECD’nin üyelerine daha odaklı, kanıta dayalı analiz sağlamasının önemine işaret etmektedir. OECD temel varsayımları etrafındaki belirsizlikleri ve tahminleri etkileyebilecek riskleri daha fazla dikkate almak ve senaryo analizlerini daha fazla kullanmak için temel varsayımlarını ve modellemelerini değiştirmeye başlamıştır. Son dönemde OECD çalışmalarında ve analizlerinde, refah, artan eşitsizliğe çözüm bulunması, büyümenin herkes için ilerleme sağlayabilmesi, fırsat eşitliği, toplumsal amaçlardaki çok boyut, kapsayıcı ve sürdürülebilir büyüme, finans ve reel ekonomi arasındaki ilişkiler öne çıkmaktadır.

“OECD dünya ekonomisinin yüzde 65’ini temsil etmektedir”

- OECD ülkelerinin şu anki durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

OECD ülkeleri dünya ekonomisinin yüzde 65’ini temsil etmektedir. Ancak, 2030 yılına yönelik tahminler, ekonomik ağırlığın gelişmekte olan ülkelere kaymasıyla bu oranın yüzde 50’ye düşeceğine işaret etmektedir. OECD’nin, her biri kendi bölgesinde ekonomik açıdan ağırlık merkezi oluşturan yükselen ekonomilere yönelmesi ve bu ülkelerle anlamlı ve karşılıklı yarar esasına dayanan işbirliği mekanizmaları geliştirebilmesi, örgütün küresel düzeyde söz sahibi bir aktör olarak kalması için büyük önem taşımaktadır. Bu gerçekliğin bilinciyle geliştirilen “dışa açılım stratejisi”ne büyük önem verilmektedir. Türkiye de bu sürece güçlü şekilde destek vermektedir.

Söz konusu strateji kapsamında Güneydoğu Asya, Latin Amerika, Avrasya ve Afrika başta olmak üzere bölgesel açılımlara son dönemde ağırlık veren OECD’nin, geleneksel çalışma alanları olan kalkınma ve ekonomik reformların yanısıra pek çok farklı alanda geliştirdiği norm ve kriterleri üye ülkeler dahil tüm dünyada uygulamaya koymaya çalışması son yıllarda örgütün görünürlüğünü daha da artırmıştır. Ayrıca dünyanın değişik bölgelerinde yer alan ülkelerin OECD standartlarına erişme yönündeki arzuları ve bu çerçevede örgütle yürüttükleri işbirliği OECD’nin halen “standart belirleyici” özelliğinin dünyada büyük önem taşıdığının da bir göstergesidir.

“Yatırımların artması için kolektif hareket edilmeli”

- 2015’te ekonomik görünümü nasıl değerlendiriyorsunuz, 2016 için öngörüleriniz nasıl?

OECD, Haziran ayında yayımlanan Ekonomik Görünüm Raporunda küresel büyümenin 2015 yılında yüzde 3,1; 2016 yılında yüzde 3,8 olması beklendiğini açıklamıştır. Küresel

ekonomik görünüm, mali konsolidasyon programlarının azalmış olması, parasal genişleme ve düşük petrol fiyatları sayesinde toparlanmıştır. Ancak, ekonomik toparlanmaya rağmen küresel büyüme hala uzun dönem ortalamasının altında seyretmektedir.

OECD, Ekonomik Görünüm raporunda mevcut durumu dikkate alarak küresel ekonomiye (B) derecesini verdiğini açıklamış, ancak, yatırımların artması, istihdam yaratılması ve tüketimin canlanmasıyla (B-) notundan (A) ya geçebilmenin mümkün olduğunu vurgulamıştır. Bunun sağlanabilmesi için politik belirsizliği azaltacak ve talep artışını sağlayacak doğru para politikası, maliye politikası ve yapısal reformlar paketinin dengeli bir şekilde uygulanması gereklidir. Böylece, düşük tüketim, düşük istihdam, düşük yatırım, düşük ücret, düşük talep dengesinden çıkılması mümkündür.

Aslında 2015 yılının ilk çeyreği küresel krizin başlangıcından
beri en düşük büyümenin gerçekleştiği periyot olmuştur. Bunda ABD’deki düşük büyüme rakamları yanında, diğer bazı gelişmiş ülkelerle Çin’deki duraklama etkili olmuştur. Gelişmiş ülkelerdeki duraklamanın geçici olması beklenmekle birlikte görünüm çok olumlu değildir.

Küresel ekonomi; üretimin, ücret artışının, yatırımların, tüketimin, istihdamın, faizlerin düşük olduğu bir düşük büyüme dengesinde sıkışmıştır. Temel endişe konusu, kamu yatırımları ve özel yatırımların canlanmamış olmasıdır. Petrol fiyatlarının
ve faizlerin son derece düşük olduğu bir ortamda yatırımların buna cevap vermemesi ve artış göstermemesi merak ve endişe konusu olmuştur. Yatırımların önündeki engellerin kaldırılması bu yılki OECD Bakanlar Konseyi’nin de ana temasını oluşturmuştur. Bakanlar Konseyi’nde yatırımların nasıl artırılacağı konusunun ele alınması bir tesadüf değildir.

Nitekim yatırımların önündeki engellerin kaldırılması 2015
yılı Dönem Başkanlığını yürüttüğümüz G20’nin de temel konularından biri olup, bu husus Haziran ayı başından açıklanan Ekonomik Görünüm raporunda da detaylı olarak ele alınmıştır. Özel yatırımların artmamasının temel nedeni ise azalan
küresel talepten kaynaklanmaktadır. Talepteki zayıflık yatırım artışını zayıflatmış ve bu durum istihdam, ücretler ve tüketimi olumsuz etkilemiştir. Arz tarafında ise, yavaşlayan yatırımlar potansiyel hâsıla artışını, başka bir deyişle ekonomilerin yaşam standartlarını yükseltme kapasitesini zayıflatmıştır. Dünya ekonomisi düşük arz talep dengesine takılı kalmıştır.

OECD, yatırımların önündeki engellerin kaldırılması için kolektif hareket etmek gerektiğini vurgulamaktadır. G20 ülkelerinin küresel büyümeyi yüzde 2 artırmak ve 2025 yılına kadar erkek ve kadınların işgücüne katılım oranları arasındaki farkı yüzde 25 azaltmak konularında uzlaşması ortak hareket anlamında önemli adımlardır.

“Türkiye verileri düzelme eğiliminde”

- Diğer OECD üye ülkeleriyle karşılaştırdığınızda temel göstergeler açısından Türkiye’nin pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

OECD’nin son yıllarda yaşadığı dönüşüm dış dünyanın
kendisi hakkındaki ‘Zenginler Kulübü’ imajının da değişmesini beraberinde getirmiştir. Örneğin Meksika ve Şili gibi gelişmekte olan ülkelerin örgüte üye olması; Kolombiya ile Kosta Rika’nın da genişleme sürecinin birer parçası haline gelmesi bu dönüşümün birer göstergesidir.

Ülkemiz kimi alanlarda OECD ortalamalarının altında olmakla birlikte, birçok başlıkta önemli ilerlemeler sağlamıştır. Örneğin resmi kalkınma yardımlarının gayrisafi milli hasılaya oranı ve çevre duyarlı vergiler bağlamında ülkemiz OECD ortalamalarının üzerindedir. Diğer bir örnek eğitim alanından verilebilir. Türkiye’nin PISA sonuçları diğer OECD üyelerinin gerisinde gözükmekle birlikte ülkemiz son yıllarda bu alanda önemli gelişmeler kaydetmiştir. Bu nedenle ülkemize ilişkin veriler diğer OECD üyeleriyle karşılaştırılırken konuya, içeriğe ve ülkemize ilişkin verilerin düzelme eğilimine de dikkat etmek gerektiği akılda tutulmalıdır.

İş dünyamızın dinamizminin de katkısıyla 2000’li yıllarda Türkiye’de kapsayıcı ve yüksek bir büyüme gerçekleşmiştir. Sağlıklı kamu finansmanı ve güçlü bankacılık sektörü ekonomik performansı desteklemiştir.

Türkiye son yıllarda kaydettiği ekonomik performans ile gelişmekte olan pek çok ülke için de önemli bir örnek
teşkil etmektedir. Türkiye’nin önündeki temel sınama ‘orta gelir’ grubundan ‘yüksek gelir’ grubuna geçiş hedefinin gerçekleştirilmesi, diğer bir deyişle “orta gelir tuzağından” kurtulmasıdır. Yüksek gelir grubuna geçiş hedefinin gerçekleştirilebilmesi için öncelikli olarak yüksek katma değerli ürünler üreten bir ekonomiye geçiş sağlanması gerekmektedir. Bu noktada kişi başına düşen eğitimin süresi ve kalitesinin arttırılması ile genç ve yetişkin becerilerinin geliştirilmesi

önem taşımaktadır. Ayrıca, kadınların çalışma hayatına daha etkin katılımı ekonomimizin daha kapsayıcı biçimde büyümesi açısından kritik bir unsur olarak öne çıkmaktadır

“Otomotiv sektörü Ar-Ge ile değer zincirinde yukarıya tırmanabilir”

- Otomotiv sektörünün OECD ülkeleri açısından önemi nedir? Sizce otomotiv sektörü Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kalkınma hedeflerine ulaşması için nasıl bir rol oynayabilir?

OECD dünyanın en gelişmiş ülkelerini, en büyük ekonomilerini bir araya getiren bir platformdur. Dolayısıyla, Japonya, Almanya, Fransa, İtalya, ABD, Güney Kore gibi dünyanın en önemli otomotiv üreticisi ülkeleri OECD’de temsil edilmektedir.

Küreselleşmenin sanayi üzerindeki etkilerinin gözlemlenmesi açısından otomotiv sektörü iyi bir örnek teşkil etmektedir. Bildiğiniz gibi son 20 yılda ortaya çıkan dinamikler sanayi üretiminin parçalı hale gelmesine imkân vermiş ve bir ürünün tüm üretim safhalarının tek bir ülkede gerçekleştirilmesi giderek daha az rastlanır bir hal almıştır. Üretimde katma değerin yaratıldığı bölgeleri tek bir hat üzerinde toplayan küresel değer zincirleri, OECD tarafından incelenmekte olan bir olgudur. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için kalkınmanın olmazsa olmazı küresel ve bölgesel değer zincirlerine entegrasyon olarak görülmektedir. Zira
bu kolektif üretim-ticaret ağlarına dâhil olmak, uluslararası piyasalardaki rekabetin ana unsuru haline gelmiş durumdadır.

Elektronik sektörü kadar olmasa da, otomotiv sektöründe de üretim süreçlerinde küresel değer zincirlerinin önemli bir hâkimiyeti olduğu görülmektedir. OECD tarafından yapılan araştırmalar 1995’den bu yana otomotiv sektörü ihracatında kullanılan yerel katma değerin küresel olarak düşmekte olduğunu, sektörün küresel olarak giderek daha fazla ortak ülkelerden temin edilen girdileri üretimde kullandığını göstermektedir.

Aynı veriler, Türkiye’nin motorlu taşıt ihracatı bünyesinde yer alan yerel katma değerin 1995 yılında yüzde 84 seviyesinde iken, 2011 yılında yüzde 56’ya kadar gerilediğine işaret etmektedir. Bu değer zincirlerine entegrasyon bakımından önemli bir göstergedir. Diğer otomotiv üreticisi ülkelerin aynı dönemde ihracattaki yerli katma değer oranlarına baktığımızda bu kadar çarpıcı

bir değişim görülmemektedir. Söz gelimi, ihracatın içerdiği yerel katma değer bakımından Japonya’nın yüzde 86, Almanya’nın yüzde 69 oranı ile halen yerel üretim faktörlerine ağırlık verdiği net bir şekilde görülebilmektedir.

Küresel değer zincirlerine başarılı bir şekilde entegre olduğu düşünülen bu iki ülkenin yüksek yerel katma değer ihracatı yapmalarının sırrı, değer zincirlerinin başında yer almalarıdır. Ürünün fikir ve tasarım aşamasını ifade eden bu konumda yer alan ülkeler, değer zincirlerinin düşük katma değerli montaj aşamalarının gerçekleştirildiği alt kısımlarında bulunan ülkelere göre daha avantajlı konumda bulunmaktadır. Buradan çıkarılacak en önemli sonuç, ülkemiz kalkınmasında hayati öneme sahip olan otomotiv sektörümüzün Ar-Ge faaliyetlerine ağırlık vererek değer zincirlerinde yukarı tırmanması gerektiğidir. Aslında tam da bu noktada yerli otomobil tasarım ve üretiminin tartışılması gerekmektedir.

 

 


Lütfen Tüm Üyelerimiz için Tıklayınız >




prev
next